.
İÇERİK  
  HİZMETÇİLER
  SAHNELEME METNİ
  KAYNAK KULLANIMI HAKKINDA
  JEAN GENET
  SARTRE'DAN (ing)
  Oyun kişisini tanımak, anlamak
  SUÇLU OLMAYA DOĞMAK-SUÇLU OLMAYA CESARET EDEBİLMEK ...
  "HİZMETÇİLER"İN KRİMİNAL TARİHİ
  BILBOQUET
  PAPIN SISTERS
  HİZMETÇİLER-inceleme
  JEAN GENET’E JERRY TARTAGLIA’DAN DOKUNMAK
  VAROLUŞÇULUK
  GİYSİNİN YOK ETTİĞİ BEDEN
  GELENEKSEL TİYATRO VE UYUMSUZLUK TİYATROSU
  LANETİYLE AZİZLEŞMİŞ İNSAN
  EDEBİYAT İLE FELSEFE İLİŞKİSİ ÜZERİNE
  MERAKLISINA GÖRSELLER
  REFAKATLİ İNTİHARLAR
  GARDENAL
  THE UNKNOWN ROLE OF MADAME IN GENET'S LES BONNES
  ÇİFTE DELİLİK-MACBETH VE HİZMETÇİLER
  İNTİHAR
  CİNAYET
  MOTIVES of PARANOIAC CRIME
  SUÇ KAVRAMININ MENŞEİ VE GELİŞMESİ
  SUÇ VE KADIN
GİYSİNİN YOK ETTİĞİ BEDEN


HASAN BÜLENT KAHRAMAN
(Arşivi
)

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=109184


Şu sıralar, Aksanat'ta devam eden bir sergi var. Bayram Yılmaz'ın sergisinin adı birçok şeyi açıklar mahiyette: 'Ser-gi-ysi'. Vitrinde ve salonda boş, içlerinde beden bulunmayan, demirden yapılmış giysiler görünüyor. Oldukça katı, buna rağmen bir giysinin kıvrımlarına sahip, kimileri askılara asılmış, kimileri ütü masasına yatırılmış, kimileri boşlukta kendi başlarına duran bu giysiler, bakınca, insan birçok şey çağrıştırıyor.
İnsanın bütün güzelliğinin derisinde olduğunu düşünen ve söyleyen kişiler var tarihte. Buradaki deri kavramı birçok anlama geliyor. Öncelikle, doğrudan doğruya deri kastediliyor. Fakat bu deri, 'cilt', yani bir kitabın cildi gibi örten, saklayan, içini, arkasını göstermeyen katı bir madde anlamında. O cilt olmasa, Damien Hirst'ün son sergilerinden birisine koyduğu heykele dönerdi insan. Okullarda, öğrencilere insanın iç organlarını göstermek için kullanılan küçük anatomik heykelcikler vardır. Bir yanı kapalı, 'ciltli' bir insanı gösterirken bu heykellerin öteki yanları (anatomik olarak) 'açılmış', ('teşrih' edilmiş) bir insanı sergiler.

Ürkü ve tiksinti
Bir taraf genellikle bir deriyle 'sır'lıdır, öteki taraf kıpkırmızı et, kan, damar, kas ve dokudur. Bu, kaplı, 'kapalı' olan taraf, ilk bakışta insana 'normal' olan gibi gelir. Damien Hirst, bu anatomi heykelini, birkaç yıl önce akıl almaz bir boyuta büyüterek bir sergi salonunda sergiledi. Bakanlar, iki şeye şaşırıyor, sanatçı da amacına ulaşıyordu. Öncelikle gördükleri şeyin 'kendileri' olduğunu düşünerek hem hayrete düşüyor hem de ürküyorlardı. Bu, tıpkı, bir ameliyatı televizyonda, bir filmde izlemek kadar ürküntü verici bir şeydi. İnsanlar, 'içleri'ni görmekten, onun gösterilmesinden hoşlanmıyordu. Ürküntünün yanı sıra bir tiksinti de duyuyorlardı. Kan görünce bayılmak, insanın kendisinden kaynaklanan sıvılara bakamaması, yaralardan içinin kalkması, onlardan tiksinmesi ile bu tepki arasında bir çapraşıklık, bir çelişki yoktu. İnsan, 'deri'li halini seviyordu. O halini 'normal' buluyor, ötekinin kendisine ait olmadığını düşünüyordu.

Bedenimiz kime ait?
Hirst'ün o heykeli sergilemekle neyi sergilediğini anlamak kolaydı: bu karmaşık sanatçı, beden denilen kavramın sınırlarını sorguluyordu. Fakat hepsi bu kadar değildi. Daima aykırı olanı aramış, daha önceki yapıtlarında da belli kimyasal sıvılar içinde ölü hayvanları göstermişti. O işlerin içinde bir tanesi Hirst'ün bu heykeliyle belli bir uyum gösteriyordu.
Hirst, ortadan ve boydan boya kesilmiş bir koyunu iki parça halinde sergiliyordu. Parçaların ikisi de ayrı ayrı ve karşılıklı olarak hareket eden bir raylı sisteme yerleştirilmişti. İnsan baktığı zaman raylar üstünde hareket eden parçaları görüyordu. Bir parça arkasını görmediğiniz zaman 'bütün' ve belli bir kimya içinde saklanan bir koyun gibi duruyordu. Fakat öte yandan yaklaşan parça, koyunun 'arkası'nı veya 'içi'ni gösteriyordu: yarım, kesilmiş, bütün iç organları yerli yerinde bir koyun parçası. Karşılıklı hareket eden parça bir noktada birbirine kavuşuyor, koyun bütünleniyor, sonra tekrar ayrılıyordu. Hirst, bununla yukarıda değindiğim 'normal/anormal', 'iç/dış' ilişkilerine göndermede bulunuyor, neyin kime ait olduğunu da sorguluyordu.
Bütün bunlarla birlikte bakınca insanın bedenine ama daha çok da bedeninin içine yabancı olduğu, ona uzak durduğunu düşünmek gerek. Bedenlerimiz, kuşkusuz herkesten çok bize ait. Onların üstünde(n) sahip olduğumuz bir iktidar var. O nedenle beden baştan beri iktidarların temel müdahale alanlarından birisi. Uygarlık da bu müdahalelere direnmekle başlıyor. Fakat, daha derinlemesine bakınca hangi bedenin bize ait olduğu sorusunun yanıtı güçleşiyor. 'Görmediğimiz' o iç bedene uzağız. Sonuç itibarıyla kendi kendimize yabancıyız.
Bu yabancılaşma aslında uygarlığın ta kendisi. İlkel insanın kendisiyle, bedeniyle çok daha barışık olduğu apaçık bir gerçek. Bugün de kırsal alanın insanı kendisini çok daha iyi tanıyor ve kendisiyle daha çok uzlaşık. Uygarlığın düzeyi yükseldikçe ve kırsaldan kentsele, oradan 'salon'lara geçtikçe insanın bedenine uzaklığı da artıyor. 'Sıhhi' olan tam da bu. O sıhhiliğin sınırı da çıplaklıktan başlıyor. Çıplaklık, ayıp, utanılacak, kaçınılacak bir şey. Ardından, değindiğim bedensel sıvılar geliyor. Temizlik bizi kendi dışımıza itiyor. Uygarlığın tarihi bedenimize yabancılaşmamızın tarihi dememek için hiçbir neden yok.

Hoca'nın kürkü
Bütün bunların başlangıç noktası giysiler. Vücudumuzu örttüğümüz, onu dış gözlerden ve daha da önemlisi kendimizden sakladığımızı ölçüde kendimiz oluyoruz. Bu, salt bireysel bir algılama değil. Toplumsal olarak da öyle. Toplumsal yaşam giysiyi, örtünmeyi sadece bedene yabancılaşmanın değil, aynı zamanda toplumsal konumun da bir olgusu olarak algılıyor. Giysi, tıpkı Nasrettin Hoca'nın kürk fıkrasında olduğu gibi, bizden çok önde giden ve bizi tayin eden bir şey. Bu gerçeği yeterince görmüyor, görünce de göz ardı ediyoruz. Onu sadece moda dünyasına, moda tasarımına 'yüce' anlamlar yükleyerek anımsıyoruz. Oysa, modanın özü tam da yukarıda değindiğim şey: bizi bedenlerimize yabancılaştırmak.
Zaman zaman modanın ortaya koyduğu 'dekolte'ler içinde gösterdiği bedenler de bu sorunu aşmaya yetmiyor. O zaman da bedene değil gene 'bedeni gösteren giysiye' (aslında ne demek istediğimiz daha iyi anlatmak için bu üç sözcüğü bitişik yazmak gerekiyor) bakıyoruz. Kaldı ki, modanın sunuluşu bile başlı başına bir sorun. O derecede 'gösterişli', 'güzel' bedenler zaten bedene dönük yabancılaşmanın had safhası. Mankenler kendilerini, bedenlerini değil, giysileri sunan kişiler. Bedenin görkemi, güzelliği bedenin kendisini değil giysinin çarpıcılığını sergilemenin aracı. Giysi beden için değil, beden giysi için var.
20. yüzyıl sanatı bu uygarlık yabancılaşmasına bedenin doğallığını makineye dönüştürerek bir yeni boyut getirdi. Sanatçının yaptığı bu makineye dönüşme sürecini anlatmaktı. Kübizmle başlayan bu anlayış fütürizmle doruğuna ulaştı. Warhol daima makine olmak istediğini söylüyordu. Bugün de sürekli olarak bedenin yok oluşu ile uğraşıyor sanat dünyası. Sadece feminist sanat bu gelişmeye karşı çıktı ve onu tersine çevirip, terk edilmiş, yadsınmış, unutturulmak istenmiş bedenin de bize ait olduğunu gösterdi.
1970'lerin kadın performans sanatçıları bu yönde büyük bir adım attılar. Bayram Yılmaz'ın bedenden arındırılmış, boş ve boşlukta duran giysileri bize bir kez daha bu gerçeği hatırlatıyor. Giysinin ortadan kaldırdığı bedeni bütün bütüne yok ederek giysinin simgesel değil ikonik boyutunu vurguluyor. O da herhalde şu demek: gördüğümüz giysili bedenler ne kadar doğruysa o kadar yalan!

HAKKINDA  
 

HİZMETÇİLER


CLAIRE : SELİN TÜRKMEN

SOLANGE : BERNA ADIGÜZEL 

HANIMEFENDİ : ÖZGE O'NEILL 
 
_________________________

Yazan: Jean GENET

Çeviren: Salah BİRSEL 

Ortak Reji Çalışması

Dramaturg: Sinem ÖZLEK

Dekor: Cihan AŞAR

Kostüm: Onur UĞURLU

Işık: Murat İŞÇİ

Müzik: UTKU AKINCI


Süpervizör: Engin ALKAN
_________________________


 İLK GÖSTERİM: 21 EKİM 2009  



 
İLETİŞİM  
 
 
Bugün 16 ziyaretçi (23 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol